1 Mayıs 20

babaanne

zamanında babam bana bu dükkanı açtığında, beni abim gibi okutmadığı için ona epey kızmış, beni başından atıp da masraflar-dan çekindiği için böyle bir şey yaptığını düşünmüştüm ama şimdi ayaklarımı uzattığım masamdan dışarı baktığımda, bizim ihtiyara haksızlık ettiğimi düşünüyorum.

abim olacak hergele, ‘mühendislik okuyup tarla, tapa işlerinde fay-dalı olacağım’ diye gittiği okulda politik faaliyetlere katılıp da iki yıl sonra ‘beni saklayın’ diye kuyruğunu kıstırıp geldiğinde, babamın ettiği bedduaları ömrüm boyunca unutamam. aynı şeyleri bende de yaşamaktan korkmuş olacak ki, ben liseyi bitirince zorla askere gönderip, askerden gelince de çok bekletmeden bana bu dükkanı açtı. ilk zamanlar şayet okusaydım, ben de abim gibi olur muydum diye düşünmedim değil ama babamın ihtiyar yüreği ikinci bir komünist atakan olayını daha kaldıramazdı sanırım. bu yüzden bir yerde iyilik olarak görüyorum bana açtığı dükkanı. mesaim yok, geç yatan maaşım yok, en önemlisi de patronum yok… yetkili de benim, çalı-şan da. abim gibi olur muydum düşüncesi yerine bunlar aklıma ge-lince bizim ihtiyara kızgınlık yerine şükran duymayı tercih ediyorum.

bizim köyün ilçesinin ana caddesinde eski bir pasajda dükkanım. film kiralıyorum, müzik ve oyun cdleri satıyorum. merkezi sayılır ama öyle aman aman paralar kazanmıyorum. gerçi burayı açarken nasıl para kazanırım derdinden çok, ne güzel bütün filmleri izlerim dü-şüncem vardı. şimdi yirmi metrekarelik bu sarayımda yaklaşık iki bin filmlik bir koleksiyonum, bir o kadar da bilgisayarımda arşivim var. burada abime de teşekkür etmeliyim zira cd kiralama dükkanı açma fikri ona aitti. kanundan köşe bucak saklandığı günlerde babamın bana dükkan açma niyetini öğrenince okuduğu şehirde çok tutulduğunu söyleyip bu fikri atmıştı ortaya. babam pek anlamadığından – biraz da ne açarsa açsın, yeter ki başımıza dert açmasın gayesi güttüğünden – bana sormuş ben de peki bir hevesle tamam demiştim.

cd raflarını muharrem abinin keresteci bacanağına bir haftada yap-tırmış, bir tane canavar gibi son model bilgisayarımı vilayete gide-rek almıştım. bizim ihtiyar nasıl korktuysa hiçbir masrafa ses çıkar-mamış, ne istediysem takır takır saymıştı avcuma.

iyi adamdır babam. köyde çiftçilikle uğraşır, başka da bir iş gelmez elinden. patates, makarnalık buğday, hayvanlara yetecek kadar da yonca eker, kimseye minnet etmeden tek başına biçer, toplar. ara sıra da gelir yanıma, işleri sorar, çok kalmadan ‘köye gideyim ben’ diye iki çay içer ve eski kamyonetine atlayıp vurur kendini köyüne. bu tipteki adamlar taşına, ağacına, ata topraklarına pek bi düşkün oluyor.

dükkanı bir heves açtık ama öyle yağmur gibi yağmadı işler. önce bu küçük kazadakilere cdlerden nasıl film izleyeceklerini anlattım, yetmedi gittim birkaç tane cd oynatıcı aldım, dükkanda üç beş film oynattım da biraz biraz açabildim işleri. şimdi çok şükür, kaynatıyo-ruz çorbayı. gerçi sadece filmle kaynamıyor çorba. video oyunları, müzik cdleri bir de söylemesi ayıp yetişkin filmleri bizim işin olmaz-sa olmazı. ahali gelir alır filmini, oturur çoluk çocuk izler, beğenir – beğenmez getirir bir hafta sonra değiştirir hem kendi eğlenir hem de bana fayda sağlar. öteki filmlerde ise hem kendileri eğlenir hem de beni eğlendirirler.

“o” müşteriler filmleri aldıklarından kimsenin haberinin olmaması için bin bir dil döker, şakaklarından terler boşana boşana, ağızla-rından güç bela duyulan sesle isteklerini söyler, istediklerini alınca da ceketlerin en derin, en gizli cebine sokup alelacele çıkarlar dük-kandan. bazıları seçimi bana bırakır ki; o durumu hiç anlatmayayım.
neredeyse kazanın erkeklerinin yarısı böyle gizli gizli dükkana gelir-ler ama sorsan hiç birinin birbirinden haberi yoktur ve duyulsa böy-le bir şey türlü türlü lanetler ederler izleyene. bazen de tam cdyi alırken dükkana müşteri girer, bunların kırmızı suratları iyice pancar-laşır, o telaşla olur olmadık bir cd alıp yine telaşla çıkarlar dükkan-dan. ortalık sakinleşince de cdyi getirip esas istediğini alıp ‘ulan gidiyorduk metin ha!’ diyerek soğumuş terlerini silerler. ilk başlarda izlemesi acayip keyifli garip durumlardı ama sonra ona da alıştık.
bir süre önce yine böyle sakin bir günde ayaklarımı uzatmış epeydir izlemediğim bir filmi izliyorken bir adamın üçtür kapının önünden bana baka baka geçtiğini gördüm. önce dikkat etmemiştim ama üçüncüye geçtiğinde ekrandan az kenara çekilip bakınca adamın pasajın öbür girişindeki saatçi sıddık amca olduğunu gördüm. çok muhabbetimiz olmasa da arada selamlaşırdık bu ihtiyar adamla. rahmetli dedemin arkadaşıydı ve bayramlarda bize aldığı saatleri hep sıddık amcadan alırdı. kazada da tanımayan yoktur zaten, be-nim bildiğim herkes görünce muhakkak selam verir, saygıda kusur etmez, hürmet ederdi.

üçüncü geçişinin ardından masadan kalkıp, yavaşça kapıya gittim. gitmişti. birine bakıyordur diye düşündüm, durmadım üstünde ama iki gün sonra yine aynı şekilde kapının önünden geçince ayağa kal-kıp selam verdim bu kez duyacağı sesle:
“merhaba sıddık amca, nasılsın?”
selam verdiğimi duyunca döndü ihtiyar adam. sanki geçiyormuş da ben seslenince fark etmiş gibi karşılık verdi.
“aleykümselam metin oğlum, çok şükür iyiyim, sen nasılsın, baban iyi mi?
koca adamla kapını ağzında konuşmak olmazdı.
“iyiyiz hepimiz sağ olasın. gel buyur çay söyleyeyim,”

adamcağız sanki bu teklifi bekliyormuş gibi ikiletmeden girdi dük-kana. hemen masanın yanındaki koltuğu gösterip oturttum. çaycıdan iki tane tavşan kanı söyleyip hal hatır kısmına geçtik. geçtik geçme-sine de diyecek bir şeyi olduğunu yada bir sıkıntısı olduğunu çok belliydi. malum cd müşterilerinden olduğunu düşündüm zira genel-de böyledir. önce hal hatır kısmıyla başlarlar sonra sanki içerde bizden başka birileri varmış gibi kulağımın dibine gelerek söylerler meramlarını. hemen hepsi böyle yapar. tanınmaktan, cd ile görül-mekten veya onu aldığının bilinmesinden korkarak yaparlar ki; çoğu zaman niyetlerini anlar onları bu sıkıntılarından kurtarırım. ilk za-manlar alanların bazılarına – yaştan, meslekten vs. – şaşırır olduysam da zamanla alıştım ama doğrusunu söylemek gerekirse sıddık am-canın yaşında hiç müşterim olmamıştı. konuşmasından, hareketle-rinden meramını anlamıştım. gerçi yadırgamadım değil, dedemin arkadaşından bahsediyoruz, dedem öleli on yıldan fazla oldu. be-nimle yaşıt torunları olduğunu biliyorum. yadırgamakla birlikte bu yaşta halen istek duymasına da şaşırıyordum. çok geçmeden dö-külmeye başladı.
“valla metin oğlum, allah var, kaç gündür geziyorum kapının önün-de. sen çağırmasan artık ben girecektim içeri de çekindim epey.”
oldukça esmer yüzünde parıl parıl parlayan gözlüğünü çıkartıp, çayından bir yudum alıp devam etti.

“çok düşündüm, çekindim duyulur diye ama dayanamadım. biliyor-sun deden benim can arkadaşımdı, dedim ki metin benim de toru-num sayılır, o benim derdime çare olur.”
“ne demek sıddık amca, yapabileceğim bir şeyse,” dedim.
“sen de çare olmazsan halim harap.”
aslında ne diyeceğini biliyordum ama ben söylersem ayıp olur diye bekliyordum. klasik ‘yaklaş’ hareketini yapıp öne eğildi.

“bak şimdi sana bir şey anlatacağım. benim dedem birinci cihan savaşı sırasında arap cephesinde savaşmış vakti zamanında. mem-lekette savaş var, ortalık yangın yeri. küçük, sabi demeden rahmetli gibi delikanlıları on yedisine bastıkları gibi toplamışlar köyden kağ-nılarla, sürmüşler cepheye, arabistan’a. o zaman harp zamanı, genci, yaşlısı, kadını, erkeği… eli silah tutabilen herkesi alıyorlar askere. on yedi yaşı ama sırım gibi, sakalı yeni terlemiş gürbüz bir delikanlıymış o zamanlar bizim dede, almışlar hemen askere. köyün de gözde delikanlılarından ha! bakmışlar dedem boylu, poslu, babayiğit biri, harbin en çetin olduğu cepheye sürmüşler hemen. gücü, kuvveti yerinde olanları ya oraya ya da çanakkale’ye gönderiyorlarmış za-ten. neyse çölün ortasında birkaç bölük asker sıcağın, güneşin altın-da düşmanla çarpışırlarken, düşmandan bezmiş yerli halk efendim sudur, ekmektir veriyormuş bizimkilere destek olsun diye. sadece arabistanlı yok tabi oralarda, afrika’nın göbeğinden köle diye getiri-len insanlar da varmış. işte bizim dede bunca hırın gürün ortasında kendisine su getiren sudanlı köle bir kıza tutulmuş. ama nasıl tutul-mak! artık savaştan mı, karısızlıktan mı bilinmez henüz on üçündeki bu kara kıza kaptırmış gönlünü. kızla konuşabilmek için ne yapmış ne etmiş arapçayı bile sökmüş. gündüz savaş, gece kıza aşk nağme-leri yazarak eritmiş günleri. bu körpe artık ne yapıp ne ettiyse bizim dede ondan başkasının adını anmaz olmuş. tabi kızın da gönlü kaymış sırım gibi yağız delikanlıya. neyse çok da uzatmayayım metin oğlum. görüşmüşler tabi, konuşmuşlar da bir süre ta ki savaş bitip de bizimkiler dönene kadar. o zaman bizim dede tutturmuş köyüme gelin götüreceğim bu arap kızını diye. arkadaşları önceleri hevestir gelir geçer diye düşünmüşlerse de bakmışlar bizim dede ciddi ne yapıp ettilerse döndürememişler kararından. nuh demiş peygamber dememiş, illa da ‘alacağım bunu nikahıma’ demiş. komutanı bile bakmış bizim dede kafayı bozmuş bu kızla, çaresiz o da bir şey diyememiş. dedem de savaş bitince koluna taktığı gibi getirmiş buralara bu arap kızını, almış nikahına.”
adamın hikayesini soluksuz dinlediğimi yarım bıraktığım çay barda-ğını almaya gelen çaycının ‘tazeleyeyim mi metin abi’ deyişiyle fark ettim. yeni çayları sipariş ettikten sonra anlatmaya devam etti.

“sonra bizim dede basmış hoca nikahını almış bunu koynuna. benim babam üçüncü olmak üzere yedi çocuk almış körpeden, üçü kız. işte benim derdimin hikayesi bu metin oğlum.”
hiçbir şey anlamamıştım. anlamadığımı kendisi de fark etmiş olacak ki beklemeden devam etti.
“bizim bu arap babaanne öteden beri gelen bembeyaz kafkas ırkı rengimizi simsiyaha boyadı metin evladım.”
istemsizce dudaklarımın arasında tiz bir tıslama çıktı.

“o yedi çocuğun yedisi de, onların çocukları da na böyle benim gibi kapkara oldular. en sonunda bizim çocuklar da. kadıncağız hepi topu on beş sene daha yaşadı ama koca sülaleyi beyazların içine atılmış siyah çorap gibi boyadı gitti.”

cümlesinin başından beri ayıp olmasın diye içimde tuttuğum kahka-hayı dayanamayarak bırakıverdim ve dükkanın dışından duyulabile-cek bir kahkaha attım. karnımı tuta tuta gülmem bittiğinde adamın en ufak tepki vermemesi üzerine kötü bir şey yaptığımı düşünerek özür diledim ama izin verse akşama kadar gülebilirdim.

“kusura bakma sıddık amca, tutamadım kendimi. çok güzel hika-yeymiş ama ben ne yapabilirim onu anlamadım.”
“bak şimdi metin oğlum, iyi dinle beni. ama bu söyleyeceklerim aramızda kalacak ha, aman diyeyim, tamam mı?”

dedemle yaşındaki ihtiyarın malum cdleri almak için böyle bir hika-yeyi niye anlatsındı ki bana? nereye bağlayacaktı bu hikayeyi merak ediyordum.

“tabii ki sıddık amca, ne demek.”

“benim senin yaşlarda bir torunum var metin oğlum. ismi furkan. geçen kış askerliğini bitirdi de geldi maraş’tan. kazanın dışındaki un fabrikasında çalışıyor şimdi. hani ben bu nenemi anlattım ya sana, boyadı tüm sülaleyi diye. hah işte bu furkan da na benim gibi kara-dır böyle. demem şu ki, sen bu işlerden anlarsın oğlum; babası olacak öküz de kara bi karı aldı zamanında, ben de diyorum ki bari torunu kurtaralım. bizim toruna şöyle sarışın, rengi benzi açık bir gelin bulsak ya arıtsın bizim sülaleyi!.”
biraz önceki kahkahalarım yerini şaşkınlığıma bırakmıştı. meğer dedenin amacı hiç de benim düşündüğüm gibi değilmiş. en başın-dan beri o dükkanın önünde gezmeler, dedesinin hikayesi anlatma-lar hep bundan sonraki kuşak için sülalesinin rengini düzeltmek içinmiş.

baştan beri düşündüklerimden o kadar utandım ki anlatamam. yü-züm, gözüm kızarmış olacak ki bir şeyimin olup olmadığını sordu.

“yok iyiyim sıddık amca da ben ne yapabilirim hala anlayamadım. annemlere mi söyleyeyim, eşe dosta mı duyurayım, ne yapayım?”
“aman oğlum ne diyorsun sen! baştan dedim ya duyulursa hiç iyi olmaz.”
“ee, nasıl bir şey yapayım peki?”

eliyle bilgisayarı işaret etti.

“şu meretten aranıyormuş. arkadaşlık yerleri varmış bununla göre-bildiğin. oradan bulalım.”

adamın derdini artık tam olarak anlamıştım. meğer torununa inter-netteki arkadaşlık sitelerinden kız bulmamı hem de sarışın, açık tenli kız bulmamı istiyormuş.

“benim bildiğim şu meretten anlayan bir sen varsın. bütün gün bu-nunla uğraşıyorsun. koca kazaya şundan bir şeyler veriyorsun, gö-rüyorum ben. benim toruna da buluverelim ha, olur mu yavrum?”
“valla ne diyeyim bilemedim ama bildiğim birkaç yer var, bakarız olmazsa oralardan olur mu?”

sıddık amcanın esmer dudaklarının arasından beyaz dişleri bir gü-neş gibi parladı. çok sevinmişti. elimi tutup iyice sıktı. gözlerinin etrafındaki kırışıklıklar geçince ‘olur’ anlamında başını salladı ve hızlı adımlarla çıktı dükkandan.

ihtiyar adam gittikten sonra biraz önce burada olanları doğru hatır-ladığıma emin olmaya çalıştım. malum şeylerden alacağını düşün-düğüm dedemin arkadaşının gerçek niyetinin ne olduğunu öğrenin-ce ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilememiştim hala da bilemiyor-dum. ne enteresan bir manzaraydı öyle.

bundan sonraki günlerde günün belli saatlerinde yanıma gelip ara-manın nasıl gittiğini sormaya başladı. açıkçası ben önceleri birkaç güne unutur diye üzerine düşmemiştim ama amcanın ciddiyetini görünce çaresizce bildiğim birkaç siteye torununun adına üye olup aramalara başladım.

zamanla bu iş günlük rutinlerimden biri haline geldi. sıddık amca artık her gün yanıma gelip kendisinin görmesi için kaydettiğim sarı-şın ve açık tenli kızları sormaya başlamıştı. bunu özellikle kendisi istemişti. yani adam artık nasıl bunalmışsa kendi elleriyle düzeltmek istiyordu ailesinin ten rengini. ilk günlerde gösterdiğim kişileri be-ğenir gibi oldu ama gün geçtikçe bu sefer gösterdiklerimin hepsin-de bir kusur bulup kimseyi beğenmez oldu. kiminin kaşı, kiminin saçı diye onlarca kişiyi buldurttu bana. ileriki günlerde tam tarifini verdi ama: ‘böyle teneke peyniri gibi beyaz olacak, renkli bir şeyler içtiğinde boğazından geçtiği görülecek’ diye garip ve komik kriter-ler bile getirmişti. nihayet sonunda aday sayısı dört kişiye kadar indi. dördünü de beğenmiş, onlarla iletişime geçmem için başımın etini yiyip durmuştu. iki tanesi hiç cevap vermedi. kalan ikisinden birinin bir fotoğrafında gerçekte esmer olduğunu görünce küfür ede ede onu da sildirtti. sonuncusu mesajımıza döndü, biraz da konuştu ama şöyle bir sorun vardı ki; kız konuştuğu kişinin furkan olduğunu sanıyordu ve daha enteresanı furkan’ın bu yaptığımız işten zerre haberi yoktu.
on beş gün kadar kızla konuşup kızın da istekli olduğunu gördük-ten sonra dedesi konuyu furkan’a açtı. delikanlı başta köpürüp mırın kırın ettiyse de kızı görünce bizden hevesli oldu. bir gün dükkana geldi ve tüm konuşmaları kendisine gösterdim. tıpkı dedesinin de söylediği gibi kara kuru, kavruk bir oğlandı ve gerçekte güçlükle bulduğumuz fotoğrafından daha esmer ve çirkindi. eminim kızla kendi konuşsa bu tiple avcunu yalardı. hiç tevazu göstermeyeceğim o kadar güzel ve kibar söyler söylemiştim ki kıza, kızı bu tipe bile ikna etmiştim.

bu kavruk oğlan birkaç hafta daha benim söylediğim şeyleri yaza-rak konuştu kızla ve bir gün sıddık amca yüzünde kocaman gülüm-semeyle gelip artık bu işin olduğunu, bana ne kadar teşekkür etse yetmeyeceğini falan söyleyip durdu hatta babamın dükkanda oldu-ğu bir gün bir saat boyunca benim ne kadar hayırlı bir evlat oldu-ğumu ve ne kadar iyi biri olduğumu anlattı durdu babama. babamın sıddık amca gibi herkes tarafından saygı duyulan birinden benimle ilgili böyle lafları duyması koltuklarını kabarttı ama bana da belli etmemeye çalıştı.

sonra yine böyle bir gün yaşlı adam ertesi gün furkan’ın kızı görme-ye samsun’a gideceğini söylemeye geldiğinde, hem artık bu işten hem de gecenin bir yarısı furkan’ın gelen mesaja ne yazacağını ve işimin en yoğun saatlerinde dükkana gelip ne yapacağını sormala-rından o kadar sıkılmıştım ki neredeyse onun kadar sevindim. koca adam boynuma sarılıp defalarca öptü beni. bir sürü güzel şey söy-leyip dua edip gitti.

o gün yaşlı adamın yüzündeki mutluluğu çok az kişide gördüm şim-diye kadar. bu mutluluğun bozulmasından endişe ederek sordum;“sıddık amca bir şey soracağım?”
“buyur.”
“şimdi oldu ya beğendiniz bu kızı, almaya karar verdiniz. ya bu kız da beyazlatmazsa sizin sülaleyi? ya oğlanın rengi ağır basarsa? o zaman ne olacak? yine kara olacaksınız?”
“olmaz, olmayacak öyle şey! cenabı yaradanın izniyle bembeyaz olacak tenimiz eskisi gibi.”

yüzündeki kocaman gülümseme bir an bile dağılmadı. motivasyonu, kararlılığı ve bembeyaz dişleriyle dükkanı aydınlatıp, koşa koşa çıktı dükkandan.




atakan kaynak

Posted 1 Mayıs 2020 by Atakan Kaynak in category "işsiz adam hikayeleri